Kitap incelemesi: Huzursuzluk – Ali Karaduman

Kitap incelemesi: Huzursuzluk – Ali Karaduman

07/05/2020 Kapalı Yazar: Ali Karaduman

“İstemeden varım, istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum, birer hiç olan şeylerin ortasındaki soyut ve tensel noktadayım- ki o şeylerin bir adım ötesinde değilim ben de.”

Barış Bıçakçı‘nın Sinek Isırıklarının Müellifi‘ni bitirdikten sonra aklıma düşen ilk şey Fernando Pessoa‘nın Huzursuzluğun Kitabı‘nda geçen bu cümleler oldu.

***

Esas oğlanımız Cemil, yaşamakla ilgili dertleri olan, bu dünyada var olmakla ilgili sıkıntılar çeken, hayal ettiği şeyle hayatın onu yaptığı şey arasında bir boşluk. Zaten yazıyla, gerçek ve organik bir bağ kurabilmiş herkes hisseder bunu kanımca. Yazı, gerçeklerden kaçarak hayal dünyasına sığınma fakat o hayal dünyasında yine gerçekleri aramaktır bana kalırsa.

“Bu evrendeki geçici varlık biçimlerinden biri. Kuş olarak bir araya gelmiş madde. Ötesi bizden sorulur, ama soruluyor da ne oluyor! İnsan yalnızca bir beden olmayı kaldıramıyor, bu çok belli, diye düşündü Cemil. Halbuki yalnızca bedeniz ve bununla baş edemediğimiz için ruh diye bir şey icat etmişiz.”

Romanımız, daha ilk bölümünde Cemil’in babasının ölmesiyle başlıyor. Bir hüzünle yani. Fakat Cemil, eşi Nazlı’yla burada, babasını kaybettiği hastane odasında tanışıyor ve hüzün, gri Ankara havasında, betonarmelerin hüküm sürdüğü bir toplu konut bölgesinde sayfalarca peşimizi bırakmıyor.

Cemil’i oldukça huzursuz eden, yaşamakla ilgili çektiği dertler pek fazla. Çok huzursuz bir adam. Ancak böyle gidilmez mi daha iyiye, daha güzele? Dünyayı kurtaracak olan insanlar, huzursuz insanlardır, uyuyamayan insanlardır. Dolayısıyla bu romanın ana duygusu, bence huzursuzluktur.

Örneğin, işçi sınıfı Cemil’in bir derdi, huzursuzluğu. Romanın kimi yerlerinde Doğu Anadolu’dan çalışmak amacıyla gelen inşaat işçilerinin günlük yaşamından, iş kazalarından bahsediliyor. İşçiler kolonyalarını alıp, hastaneye kaldırılmış arkadaşlarını ziyarete gidiyorlar fakat arkadaşlarının bir daha çalışamayacaklarını, bundan sonra iş bulmalarının imkansız olduğunu daha birbirlerine bile söyleyemeden, işlerine dönüp dairelere ucuz halıfleks döşemeye başlıyorlar. Kapitalizm, insana insan olarak değil, hatta canlı olarak bile değil, bir artı değer olarak bakar. Bir artı değer gider, diğeri gelir. Tazminat ödenmez. Davalar yıllarca sürer. Devlet de genellikle “artı değer”in değil, işverenin, yani sermayenin yanında olur. Dolayısıyla, dertler silsilesi içinden Cemil’in bir derdi de; kapitalizm ve devlet.

Cemil ile Nazlı, romanın asıl mekanı olan toplu konut bölgesinde gece yürüyüşüne çıkarlar. Yürüyüş sırasında bir cezaevi minibüsü görürler. Cezaevi minibüsünün arka kapısı açılır ve minibüsten saçları, yüzleri yanmış kadınlar çıkar.

“Ağızları, maruz kaldıkları vahşetin şaşkınlığıyla çarpılmıştı. Gözleri kapkaraydı. Merheme bulanmış, örtülere sarınmış, yarı çıplak, toplu konut binalarına doğru koşmaya başladılar. Bağırıyorlardı. Haber vermek için: DEVLET KATİLDİR! DEVLET CANİDİR! DEVLET ZENGİNLERİNDİR!

… Yaşamanın ve ölmenin, insanın ve devletin mutlak zıtlığı görünüverdi.”

Nazlı’yla Cemil bu zıtlığa bakarlar, fakat uzun süre bakamazlar hatta bir süre sonra gözlerini kaçırırlar. Acaba bu da, adaletsizliğin ve zulmün karşısında susan, görmezden gelen insanlar için bir eleştiri midir? Bilemedim, orası da size kalsın.

Bir süre sonra toplu konut bölgesinde yaşayan insanlar -bir nevi küçük burjuvazi- az evvel bahsettiğim Doğu Anadolu’dan gelen işçilerden rahatsız olmaya başlarlar. İşçilerin bu muhite yakışmadıklarını düşünürler. İşçiler kötü kokuyordur, Türkçe konuşmuyorlardır, kendi dillerinde konuşuyorlardır, suratları tıraşsızdır. Bir süre sonra toplu konut halkı, olanca milliyetçilikleriyle pencerelerine bayraklar asmaya başlarlar. Anadillerinde konuşan fakat Türkçe konuşamayan bu insanlara bir mesaj göndermek ister gibi. Yine bir süre sonra travestiler yaşamaya başlar toplu konutlarda. Toplu konut halkı travestilere döner bıçaklarıyla, beysbol sopalarıyla saldırırlar, öldüresiye döverler ve kovarlar. Polisler her şeyi sadece seyreder.

Romanın bu kısmına geldiğimde aklıma senaryosunu Hakan Günday‘ın yazdığı, Onur Saylak‘ın yönettiği, müthiş bulduğum Şahsiyet dizisinde geçen bir tablo ve tablo üzerine söylenen o güzel tespit geldi aklıma. Bu tablo; Jean-Leon Gerome‘un Pollice Verso adlı tablosudur.

Gerome, J.L. (1872) Pollice Verso

“Aslında bu tablo bize diyor ki; eğer bir suç işlemek istiyorsan ama suçlanmak istemiyorsan, tek yapman gereken etrafına bir kalabalık toplamak. Çünkü bir suçu yeterince büyük bir kalabalıkla birlikte işlersen, o artık suç değildir.”

***

Bizim toplumumuzun büyük bir çoğunluğu, homoseksüelleri aşağılamayı, dövmeyi, ötekileştirmeyi meşru bir hak olarak görür. Hatta en azından aşağılamanız, homoseksüellerin görünür olmasını reddetmeniz beklenir. Barış Bıçakçı, romandaki başka bir çok şey gibi, gözümüze sokmadan, gündelik hayatın sıradanlığı içinde, hoş bir naiflikle anlatmış bunları. Aynı zamanda modern dünyada insanın acıyı seyreyleme dürtüsü, acıya alışması ve sessiz kalması üzerine de bir şeyler söylemiş;

“Kendi acılarımıza ve başkalarının acılarına hiçbir yeni biçim arayışına girmeden tanık olmamız ve sessizce katlanmamız bekleniyor. Günümüzün dünyası Beckmann’ın dünyasından daha tekin bir yer değil. Her şey kendini ölçüsüzce çoğaltarak var olmaya çalışıyor: insanlar, silahlar ve para.”

Günümüz modern dünyasının Beckmann’ın tablolarından daha tekin bir yer olmadığı doğru bence de. Fakat romanımız, Cemil’in eşi Nazlı’nın çocukluk yılları üzerinden kendince bir çıkış yolu önermiş bizlere.

Kıt kanaat geçiniyorlardır. Babası üç çocuğun en küçüğü olan Nazlı’nın okumasını istiyordur. Nazlı’nın üstüne düşer, ilgilenir. Nazlı ilkokuldan sonra sınava girer ve şehrin zengin çocuklarının gittiği, iyi bir ortaokul kazanır fakat Nazlı, okulda birçok şeyi saklamak zorunda kalır. Örneğin; ailesini, yoksulluğunu, evini, büyüyen memelerini, yazları gittiği köylerini…

“Cemil, insanoğlunun en büyük başarısının çocuklara böyle saçma sıkıntılar yaşatmayacak bir düzen kurmak olacağını söylemişti. ‘Sosyalizm!’ diye bağırmıştı coşkuyla; Nazlı’yı bir güzel öpmüştü.”

Esas oğlanımızın başlıca huzursuzlukları bunlar mıydı? Yalnızca toplumsal meseleleri kafaya takıyor ve gün boyu bu meselelerin olası çözümlemeleri etrafında buhranla dolanıp duruyor muydu? Cevap; hayır. Romanı yalnızca bu kriterlerle incelersek haksızlık etmiş oluruz.

Cemil’in de her insan gibi kendi içinde, kendiyle ve yaşamakla, doğrudan bu dünyada var olmakla ilgili huzursuzlukları da vardı.

Cemil, üniversiteden beri yazıyla ve yazmak eylemiyle içli dışlıdır. Hatta üniversiteden arkadaşları, İlhan ve Metin ile birlikte bir şiir kitabı bile çıkarmışlardır.

***

Buraya bir dipnot eklemek isterim: Romanımızın yazarı Barış Bıçakçı’nın geçmişine baktığımızda, onun da iki arkadaşıyla birlikte bir şiir kitabı çıkarttığını görüyoruz. Dolasıyla bu romandaki esas oğlanımız Cemil, Barış Bıçakçı’dan izler taşıyor dersek yanılmış olmayız sanırım.

***

Cemil, romanımızın başlarında bir yayınevine yazdığı kitabı götürür. Önce yayınevinin müdürüyle görüşür, müdür onu editör kadına yönlendirir. Editör kadınla kitap ve edebiyat üstüne konuşurlar. Sonra Cemil yayınevinden ayrılır, İstanbul sokaklarında biraz dolandıktan sonra Ankara’ya geri döner. Roman boyunca Cemil’in editör kadınla hayali konuşmalarına da tanık oluruz. Yazmak, edebiyat ve kitaplar üstüne bolca şey anlatır Cemil. Aynı zamanda bunları sorgulayışına, arayışına da tanık oluruz. Neden yazar olmak istediğine dair söylediği şeyler şunlardır Cemil’in;

“Siz de bilirsiniz, anlatmaya değer şeyleriniz olduğunu, bir gün bunları anlatacağınızı, yazacağınızı düşünmek ne güzeldir ve bu düşünce bir kez yer etti mi nasıl da perişan eder insanı! Şu dünyadaki en yüksek mertebe olan okurluk mertebesi size yetmemeye başlar. İnsan olmak size yetmemeye başlar. Dünya olmak istersiniz.”

İnsan olmak yetmiyor Cemil’e. Dünya olmak istiyor o. Bunun yolu da yaşamı bir şölen haline getirdiğini söylediği, inandığı, edebiyattan geçiyor.

İnsan olmakla ilgili de sıkıntıları, huzursuzlukları var çünkü;

“Hayatın bu manasız, bu sinir bozucu zenginliği ve vaatleri karşısında çıldırıp delirmemek için hayal kuruyorum diye düşünüyor Cemil. O bulanık genişliği, o yankısız boşluğu, hayallerimin görsel yankılarıyla doldurmaya çalışıyorum. Sahip olduğum şeyleri küçümseyen, yaşadığım anı küçümseyen, bana durmadan daha yaşanacak çok şey olduğunu söyleyen hayat ile başka türlü nasıl baş ederim? Ya böyle kendi kendini hayallerle avutan biri olacağım ya da gördüğüm her şeye saldıracağım. İnsan olmak ne zor şey!”

Dostoyevski‘nin Yeraltından Notlar kitabının hissettirdiği o; “İnsan bazen kendini yok etme istediği de duyabilir” duygusunu hatırlatıyor insana sanki Cemil’in huzursuzlukları.

Romanın başından sonuna dek uzanan bu huzursuzlukların her biri birer sinek ısırığı aslında, Cemil de yaşamının başından şimdiye dek sinek ısırıklarının müellifi.

“Yayınevinize teslim ettiğim romanı yazarken, elbette ben de o tek ve öldürücü hamleyi aradım. Ama şimdi yazdıklarımı düşünüyorum da…

Hayır, o hamleyi bulamadım! Yazar filan değilim ben Editör Hanım, ben sinek ısırıklarının müellifiyim…”


Kaynakça

  • Bıçakçı, B. (2011) Sinek Isırıklarının Müellifi, Ankara:İletişim Yayınları
  • Pessoa, F. (2016) Huzursuzluğun Kitabı, İstanbul: Can Yayınları