Türkiye’de ulus inşası II – Sozdar Çetin
23/04/2020Yazının ilk bölümünde Osmanlı’da yaşanan modernleşme sürecine bağlı olarak II. Abdülhamid ve Jön Türkler arasında yaşanan çekişme, İTC’nin tarih sahnesine çıkışı ve Ermeni meselesi genel hatları itibariyle ele alındı.
Yazının ikinci kısmında ise İTC’nin I. Dünya Savaşı’na girmesinin ardından Türkleşme sürecindeki gelişmeler, yeni ulus devletin kuruluşundaki kıstaslar ve tüm bunların günümüze yansıması ele alınacak.
İttihatçıları ve yaydıkları düşünceleri bilmek dönemi anlamak için önemlidir ancak dönemi bir bütün olarak kavrayabilmek için tarihsel süreç içerisinde toplumsal dinamiklere ve toplumun yapısına bakmak gerek…
İttihat Terakki ve I. Dünya Savaşı
Almanya’nın Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne saygılı duruşunun ve bu toprakları ele geçirme fikrinin olamaması nedeniyle İttihat ve Terakki, I. Dünya Savaş’ında Almanya’nın müttefiki olmuştur. İttihatçıların bu savaşın sonucunda umdukları ve gerçekleştirmek istedikleri; modern, dini İslam olan ve İslam’ın gerekliliklerine uygun bir Türk imparatorluğu kurmaktır. Aynı zamanda kurulan bu imparatorluğa daha önce kaybedilen toprakları da eklemek gibi emperyal amaçları vardır. Elbette bu amaçların gerçekleşmesinin kesin olmadığının farkında olarak düşündükleri diğer ihtimal savaşta başarılı olmama durumudur ama bu durumda da Anadolu’nun ellerinde kalması en temel hedefleridir. Savaştaki bir başarısızlık durumunda ellerinde kalan son toprak parçası olan Anadolu her ne olursa olsun sonuna kadar savunulacaktır.
Savaşla beraber inşa edilmek istenen ‘Türk’ kimliğine zarar verecek -yani bu kimliğin dışında kalan- etnik unsurlar ya asimile edilecektir ya da ülkeden gönderilecektir. Geleceğe dair bu planları yapan İttihat ve Terakki toplumsal gücünü ise Müslüman, Sunni Türkler’e dayandırıyordu. Müslüman ve Sünni Türkler de “yurtsuz kalma korkusunun etkisi altında” İttihat ve Terakki’nin bu kıyımcı tutumunu koşulsuz destekliyordu. Savaş sırasında özellikle Sarıkamış ve Süveyş Kanalı Harekatı’nın yenilgisi İttihatçılar’ın büyük hedeflerine ulaşılamayacağını kesinleştirdi. Bu yenilgiler İttihat ve Terakki’nin ilk planını devre dışı bırakarak, onları alternatif planlarına yöneltti. Bununla beraber İttihat ve Terakki, savaş devam ederken bu durumu bir fırsata çevirerek Ermeniler’in elde ettiği hakları rafa kaldırdı. Sarıkamış Harekâtı sürecinde birkaç bin Ermeni’nin Rusya tarafına geçerek Osmanlı ordusu için savaşmayı bıraktı iddiasıyla İttihatçılar, Rusya destekli bir Ermeni isyanı çıkacak korkusunu toplumda iyice güçlendirdi. İttihatçılar’ın yıllardır yapmayı hedeflediği Ermenilerin ülkeden tasfiye edilme sürecinin başlaması için gerekli koşullar oluşmuştu. Tabi, Rusya’nın burada gerçekten çıkarabileceği olası bir Ermeni isyanı, İttihat ve Terakki’nin de Taşnak’tan Kafkasya’ya kadar olan bölgede çıkarmak istediği Müslüman isyandan çok da farklı bir plan değildi. Batı’da başlayan Çanakkale Savaşı’nın da etkisiyle ve Ermenilere yönelik tehcir kararı kesinleşti. İlk önce İstanbul’da bulunan iki yüzden fazla Ermeni aydın ve siyasetçi tutuklanıp ülkenin farklı yerlerinde infaz edildiler. Bu olay kimi kaynaklara göre Ermeni soykırımının başlangıcı olarak kabul ediliyor. 1915’te yapılmak istenen ‘Ermeni Tehciri’ Suriye’de yaşamak için asgari standartlara bile sahip olmayan ‘Zor’ bölgesinedir. Ermenilerin gönderilmek istendiği bu bölgenin yaşamak için uygun olmadığı yetkililer tarafından biliniyordu nitekim asıl amaç da Ermenileri yok etmekti.
‘Soykırım’ kelimesinin uluslararası boyutta kavramsallaşması Ermenilere yönelik olarak yapılan yok etme politikasından sonra olmuştur. Soner Çağatay’a göre; “bir milyon iki yüz bin ile bir buçuk milyon arasında Ermeni ölmüş, göç etmiş ya da göç etmek zorunda bırakılmıştır’’[1]. Müslüman topluluklar, -devletin kışkırtmaları sonucu- bu tehcir sırasında yaşanılan ölümlere ortak olmuştur. Ancak burada bir not düşmek gerekiyor; Dersim bölgesi tehcir adı altındaki bu soykırıma destek verilmemiştir hatta Ermenileri korumuştur. Hatta tehcir sırasında bazı Ermeniler, Dersim bölgesine kaçarak hayatlarını kurtarmıştır. Alevi olmaları ve Ermenilerin bu bölgede yoğun olarak yaşaması bu durumun nedenlerinden sayılabileceği gibi devletin de Dersim halkını coğrafi konumunda etkisiyle asimile edememe korkusu daha sonrasında Dersim üzerinde de birtakım asimilasyon ve imha etme planlarına neden olacaktır.
Anadolu topraklarında yüzyıllardır yaşayan Ermeniler katledildikten sonra sıra Anadolu’nun diğer kadim haklarına gelecektir.
***
Osmanlı’da 1914 yılında I. Dünya Savaşı’na girdiği sırada Gayrimüslim nüfus %30 civarındadır ancak 1924 yılına gelindiğinde ise %3 civarındadır. Toplumda artık Sünni Müslümanlar’ın büyük çoğunlukta olduğunu ve devlet bu duruma gelene kadar yaptığı soykırımlarda Sünni Müslüman kesimin de desteğini almıştır. Aynı süreç içerisinde toprak kayıpları ve savaşlar nedeniyle Anadolu topraklarına göç eden Müslümanlar, ülke içerisinde soykırımlardan ve göç ettirmelerden boşalan bölgelere yerleştirilmiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’nin elinde kalan son toprak parçası olan Anadolu’yu kaybetme korkusu hem devlet yetkililerinde hem de Müslümanlar arasında “azınlıklara” karşı yeni bir savaşa dönüşmüştür. Bu korkunun sorumlusu olarak görülen Gayrimüslimler kırımdan geçirildikten sonra sıra yine “birtakım yabancı güçlerle işbirliği” yapma ihtimali olan ve inşa edilmek istenen Türk kimliğinin ve homojen toplum idealinin önündeki başka engellere gelmiştir.
Kürtler
Yüzyıllardır Anadolu’da yaşayan Ermeni ve Rum nüfusu oranda kırımdan geçirildikten sonra sıra artık Türklüğün önünde engel oluşturanlara yani Kürtler’e gelmişti.
O dönemlerde İstanbul’da kurulan ‘Kürdistan Teali Cemiyeti’ içerisinde örgütlenen aydın ve eğitimli Bedirhan, Şemdinan gibi önemli Kürt isimler vardı. Onların gündemlerinde ise kendi kendisini yöneten ve bağımsız bir ‘Kürdistan’ tezi vardı. Bu cemiyet çevresinde toplananlar, Kürdistan’ın kurulabilmesi için gerekli koşulların oluştuğunu düşünülüyordu. Tabi; bu örgütlenmeler içerisinde de birtakım fikir ayrılıkları vardı; özerklik ve halife, bağımsızlık ve laiklik gibi… Bu fikir ayrılıkları dışında herkes -I. Dünya Savaşı sonrasında- yapılacak olan Paris Barış Konferansı’ndan özerk ya da bağımsız bir Kürdistan çıkarma noktasında aynı fikirdeydi. Bu istek Anadolu’nun Türkleşmesinin önünde engel teşkil ediyordu. Bazı kaynaklara göre Mustafa Kemal, bu dönemde Kürdistan’a gidip belli bir süre orada kalıp Kürt toplumu hakkında bilgiye sahip olarak oradaki Kürt aşiret, ağa ve din adamları ile işbirliği içerisine girerek ortak düşman olan Gayrimüslimlere karşı bir plan etrafında anlaşarak onların desteğini almıştı. Aslında bu birliği oluşturmak sadece Mustafa Kemal değil, Kara Vasıf ve Kara Kemal gibi farklı İttihatçıların da fikriydi fakat bunu hayata geçirme konusunda Mustafa Kemal ve çevresi galip geldi.
Ancak toprak kaybetme tehlikesinin atlatılmasından sonra kurulacak devlet için Mustafa Kemal ve Mustafa Kemal’in görüştüğü Kürtler aynı düşünceyi paylaşmıyorlardı. Kürtler kendi iradesini Türklerin hâkimiyetine bırakmak istememekle beraber kendi kültürlerini terk etmek istemiyorlardı. Lozan Barış Antlaşması’nın onaylanma sürecine kadar Anadolu’da ‘Adem-i Merkeziyetçi’ sistem egemen oldu. Bu dönemde ‘İslam milleti’ kavramı sıkça kullanılarak Müslüman topluma vurgu yapıldı. Bu vurgu aynı zamanda o dönemin genel ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştı. Bu durum ‘Erzurum Kongresi olarak bilinen Vilayat-ı Şarkiye Kongresi’nin 7 Ağustos 1919 tarihli kapanış beyannamesinde şöyle ifade edilir:
“Trabzon vilayeti ve Canik (Samsun) Sancağı ile Vilayat-ı Şarkiye adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Mamüretülaziz, Van, Bitlis vilayetleri ve bu saha dahilindeki evliye-i müstakille (bağımsız) livalar hiçbir sebep ve bahane ile yekdiğerinden ve camia-i Osmaniye’den ayrılmak imkan-ı tasavvur edilmeyen bir külldür (bütündür). Saadet ve felakette işrak-i tammı (tam ortaklığı) kabul ve mukadderatı hakkında aynı maksadı hedef ittihaz eyler. Bu sahada yaşayan bilcümle anasır-ı İslamiye yekdiğerine karşı mütekabil (karşılıklı) bir hissi fedakari ile meşhun (dolu) ve vaziyet-i ırkiye ve içtimaiyelerine riyayetkar öz kardeştirler.”[2]
Mustafa Kemal o dönemde kongrelerde ve meclislerde, telgraflarda ve birçok konuşmasında bir gereklilik olarak ‘Müslüman kardeşliği’ne vurgu yapmıştır. Bu çabada da genel olarak başarılı olduğu söylenebilir çünkü dile getirdiği düşünceler aslında Müslümanların bu dönemki düşünceleri ve ihtiyaçlarına dayanıyordu.
Kürtler arasında da Sünni Kürtler ve Alevi Kürtler varlığını sürdürebilme adına yaşadıkları endişeye farklı açılardan bakmışlardır. Sünni Kürtler, Kürdistan’ın parçalanıp Ermenistan olacağı korkusunu yaşarken Alevi Kürtler, Ermeniler gibi yok edilmekten korkuyorlardı. Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir gibi İttihatçılar, bu ayrımın farkında olup Sünni Kürtleri -belli bir süre- başarılı bir şekilde kullanarak Alevi Kürtler yalnızlaştırmıştır. Alevi Kürtlerin de haklı korkuları zaman içinde bir hakikat olacaktır.
1921 Anayasası ve sonrası
1921 Anayasası’nda Kürtler’e özerklik hakkı yasallaşmıştı. “Birinci maddedeki ‘Hakimiyet bila kaydü şart milletindir. İdare usülü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir’ ifadesi ile egemenlik saltanattan alınıp Müslüman milletine verilmiş ve halkın kendi kendisini yöneteceği belirtilerek, yöneten-yönetilen özdeşliği ilkesi ile neredeyse doğrudan demokrasi tanımı yapılmıştır. Bu ülkeler sadece ilk maddede de kalmamış, on kadar madde ile vilayetlere ve hatta nahiyelere kadar özerklik tanınmıştır.”[3] Kısacası 1921 Anayasası’nın da etkisiyle Anadolu’da Müslüman birliği oluşturulup Müslümanların hakları güvence altına alınmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra devlet yetkilileri projelerinde birtakım değişiklikler yapmışlardır. Öncesinde Müslümanlık etrafında birleş(tiril)en topluluklar savaşın kazanılması ve zaferin kesinleşmesinde sonra Türkleşme veya Türkleştirme çizgisi üzerinde ayrıştırılmıştır.
Eski İttihatçı gelenekten gelen yeni devletin kurucusu olan Mustafa Kemal ve arkadaşları artık Türk milliyetçiliğini referans almışlardır. Mustafa Kemal, kendisi gibi İttihatçı geleneği savunan diğer arkadaşlarına göre daha ‘laik’ ve ‘modern’ düşünceye sahiptir. Bu durum elbette ki devlet politikalarına da yansımıştır. 1924 Anayasası, bu politikalarındaki keskin değişim için önemli bir belgedir. Müslümanlık çizgisinden Türkçülük çizgisine geçiş ve bunun devlet politikası haline getirilmesi 1924 Anayasası ile resmileştirilmiştir. Bu Türkçülük çizgisine göre doğuştan Türk olmak önemli değilken doğuştan Müslüman olmak ise Türklüğün olmazsa olmaz şartı olarak görülmekteydi. 1924 Anayasası ile Anadolu topraklarında Müslüman olsa bile etnik kökeni Türk olmayan bir halklar yok sayılmıştır. 1924 Anayasası ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin Türk sayılamayacağını net bir şekilde belirtmiştir ve onlar sadece ‘vatandaş olarak Türk’ olarak kabul edilmişlerdir.
***
Türklüğün yeni devletle beraber inşası
Ziya Gökalp’in yazdığı eser olan ‘Türkçülüğün Esasları’, Türkçülük akımını sistemleştiren ve ideolojisini oluşturan kitaptır. Bu kitapta Ziya Gökalp şöyle demektedir; “Türküm diyen her ferdi Türk tanımaktan; yalnız, Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.”[4] Bu zihniyet artık devlete hâkim olmuştu. Bu durumdan memnun olmayan Kürtler ise birçok defa isyan etmişlerdir. Sırasıyla 1921 Koçgiri İsyanı, 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1926’dan başlayıp 1932’ye kadar süren Ağrı İsyan’ı Kürtlerin asimilasyonu kabul etmeyip çeşitli bölgelerde direnişler gösterdiğinin ifadesidir. Devlet bu isyanları güçlükle bastırabilmiştir ve isyanlar sonucunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu ilk günden itibaren korkusunu yaşadığı Kürdistan’ın kültürel ve ideolojik olarak genişlemesini önlemek için çeşitli katliamlarla olası direnişleri bastırmaya ve bölgenin kontrol edilmesini temel bir kıstas olarak önüne koymuştur.
Jeopolitik olarak zor bir bölge olan Dersim’in durumu ise kuruluş sürecinde olan devlette geçici süre ertelenmiştir. Dersim’in hiçbir zaman devletin merkezileşme planlarına dâhil olmaması, Ermeniler’e karşı Dersimlilerin devletin istediği tutumu sergilememesi ve zaten çoğunlukla Alevi yerleşim yeri olması Dersim’e yapılacak harekâtların asıl gerekçeleri olmuştur. Dersim üzerinden 1937 ve 1938 (1938’de soykırım biçimini almıştır) yıllarında iki harekât şeklinde gerçekleştirilen kıyım sonucunda on binlerce insan öldürülmüştür ve Kürdistan coğrafyasındaki en büyük katliamı gerçekleştirmiştir.
Sonuç yerine: Türkleşmenin günümüze yansıması
Türk ulusunun oluşumuyla ilgili Benedict Anderson’un meşhur kavramı olan ‘Hayali Cemaatler’ perspektifinden bakarsak ‘Türk ulusu’ yaratılmış ve icat edilmiş bir hayali cemaat olarak karşımıza çıkar. Türk ulusunun yaratılması ve yaratılırken de toplumun çeşitli kesimlerine yapılan asimilasyon ve imha politikaları 2020 Türkiye’sini hala etkilemektedir. Bugünkü toplumsal problemlerimizin alt yapısını oluşturmuştur. Toplumda son yıllarda çok sık sözü edilen kutuplaşma(ların) ve güvensizliğin temelini bu uluslaşma sürecindeki politikalar oluşturuyor.
Türk Devleti tekçilik üzerine kurulmuştur. Tek bir ırk (Türk), tek bir din (İslam), tek bir mezhep (Sunni-Hanefi), tek dil (Türkçe), tek cinsiyet (hetero-erkek) anlayışı üzerine devletin kurulması, bu tekliklerin bir ya da birden fazlasına sahip olmayan milyonlarca insanı bugün hala dışlamanın da zemini oluyor. Bu nedenle de ülkede bu ‘tek’liklerin tamamına sahip olamayan yığınların her türlü hak arama talebi, devlet tarafından; Türklüğün ve devletin varlığına karşı ve onu yıkmaya yönelik bir isyan hareketi olarak adlandırılmaktadır. Devlet muktedirleri tarafından bu kaygı bir yönüyle haksız da sayılamaz çünkü bu tekçi anlayış sonucunda sonradan yaratılan, tarihsel bir temeli olmayan kimlik yaratılmıştır. Türk Dil ve Tarih Kurumları ile çarpıtılan, değiştirilen tarihi gerçekler ile yeniden yaratılmaya çalışılan dil; Türklüğe sahip olmadığı bir misyonun biçilmesi, diyanet eliyle yeniden organize edilen din ve mezheple birleşince bugün devletin asıl sahipleri olarak görülen kişileri dahi dışlamaktadır. Kendinden olan veya olmayan tüm kesimler için sorunlu tekçi anlayış, varlığını ancak ve ancak her türlü başkaldırıyı, başkaldırı girişimini ve ihtimalini yoğun baskılarla, orantısız kuvvet uygulayarak yerle yeksan etmiştir.
Tarihte hiçbir devlette olmadığı gibi Türk Devleti de salt baskı ve güç kullanarak varlığını devam ettiremeyeceğini biliyor. Bu nedenle de halklar nezdinde bir meşruluk zemini oluşturmak için kendine “tekçilikte ortaklık” olarak adlandırabileceğimiz bir yol açtı. Türk, Müslüman, Sunni-Hanefi, Hetero-Erkek özelliklerinden bir kısmına sahip kesimler ile diğer bir kısım özelliklere sahip kesimlerin çatışmasını sağlamak ve neticesinde “büyük abi” olan devletin bu çatışma durumunda sığınılacak tek dal olmasını sağladı. Bu şekilde her ne kadar bu tekçi anlayış halklar nezdinde kültürel varlık sorunu oluşturuyorsa da diğer yönüyle de yaşamın idame edilmesinin tek yolu olarak görülmüştür.
[1] Çağaptay Soner ,Türk kimdir ?
[2] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi s.150 (Ankara, Dipnot yayınları)
[3] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi s.154 ( Ankara, Dipnot Yayınları)
[4] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi s.177 (Ankara Dipnot Yayınları)
Kaynakça
- Barış Ünlü – Türklük Sözleşmesi
- Soner Çağaptay – Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik Türk Kimdir?
- Umut Özkırımlı – Milliyetçilik Kuramları