‘Panorama: Din ve 31 Mart Olayı’ – Ahmet Kavruk
31/03/2020Devletler, ‘resmi tarih’lerinde gerçekleri insanlara çarpıtarak anlatıyor. Devletler tarafından sunulmuş olan -özellikle okullarda anlatılan- resmi tarihin, gerçeklerle ile hiçbir alakasının olmadığı en azından sosyalistler tarafından bilinen bir gerçek. Bugün devletlerin kendilerine güzelleme yapmak için yazdıkları ‘sahte tarihler’ dünyanın farklı ülkelerindeki “gelişmiş ülkeler”deki burjuva demokrasisi içinde “kısmen” sorgulanıyor. Tabi ki bu, sosyalistler için yeterli bir sorgulama değil; ancak tarihte sosyalistlerin de kafasının karıştığı olaylar yok değil.
Türkiye’de de sözünü ettiğim “kısmi sorgulama” 97 yıllık geçmişte hiçbir zaman yapıl(a)mamış. Türkiye’nin ‘burjuva demokratik devrimi’ni tamamlayamamış olmasının kuşkusuz bu durum üzerinde bir etkisi var. Burjuva demokratik devrimi konusu açılmışken Türkiye’de burjuvazinin nasıl ortaya çıktığı ya da bu ortaya çıkan ve ‘burjuva’ denilen sınıfın, gerçekten ‘burjuva’ olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Ancak burada vurgulamak istediğim şey; burjuva demokratik devrimini tamamlamış devletlerde yapılan bu sorgulamanın da gerçek bir sorgulama olmadığı ve tarihi bir bütün olarak ele alıp esaslı yüzleşme yapmanın önemli ve değerli olduğudur.
Tüm devletler, geçmişi(ni) aktarırken gerçeği bir şekilde çarpıtmıştır. Türkiye’nin de yakın tarihinde birçok çarpıtma vardır. Bunun için diğer devletlerde olduğu gibi en başta ‘din’ ve ‘milliyetçilik’ kullanılmıştır. Suçu her zaman karşısındakine atma refleksi ve kendini suçsuz gösterme arzusu ‘resmi tarih’in temelini oluşturur. Buradan hareketle yazımızın da konusu olan; ‘31 Mart Olayı’na bakalım.
31 Mart Olayı, Rumi Takvim’e göre 31 Mart 1325’te başladığı için bu adla anılmaktadır. Miladi Takvim’e göre ise olay 13 Nisan 1909’da başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Abdülhamid döneminde II. Meşruiyet’in ilanından sonra meydana gelen 31 Mart Olayı’nda reddedilemeyecek bir şekilde ‘dini’ bir etki vardır ancak “din elden gidiyor” bahanesi ile ‘dini kesim’ bu ayaklanmada “malzeme” olarak kullanılmıştır.
31 Mart, aslında meşru yollar ile iktidara gelemeyeceğini anlayan bir siyasal grubun “gayri resmi” yollar ile iktidara gelme mücadelesidir. Kâmil Paşa ve çevresinin, İttihat ve Terakki’cilere karşı bir hareketidir. İngiltere’ye yakın bir sadrazam olan Kâmil Paşa, oğlu Sait Paşa gibi üst düzey devlet yöneticilerin, aslında Meşrutiyet ilanı ile birlikte kaybettikleri siyasal güçlerini kurulu düzeni devirerek tekrar ele geçirme ve iktidara gelme isteğidir. Bu olayı çıkaran hareketin içinde Prens Sabahattin, Rıza Nur ve Ahrar Fırkası da vardır. Mesele gerçekte Abdülhamit’in padişahlığı meselesi değildir. Padişah kim olursa olsun tüm mesele Mutlakıyetçi düzeni kurmak ve korumak esas gayedir.
Asker ile asker çarpışmıştır
Resmi tarihte anlatıldığı gibi sadece dini etkiyle ayaklananlara karşı ordunun devreye girdiği bir olay olmadığı aşikardır. Gerçekte 31 Mart Olayı’nda esas olarak olayda asker ile asker çarpışmıştır. Kışlaları koruyan askerlerle, o kışlaları ele geçirmek isteyen ordu birlikleri arasında sokak çatışmaları olmuş ve yalnızca İstanbul’da sivil ölümler dışında birkaç yüz asker ölmüştür. 31 Mart Olayı resmi tarih anlatımındaki gibi çapulcuların, aşırı dincilerin, mollaların, hocaların ya da mürtecilerin ayaklanması değildir. Ancak 31 Mart Olayı ne sadece bir askeri ayaklanmadır ne de sadece bir ‘halk hareketi’dir; devlet içinde olan farklı grupların iktidara sahip olma mücadelesidir. ’31 Mart’, olayların sürdüğü 15 günün sonunda sert bir şekilde bastırılan bir ayaklanmadır. İttihat ve Terakki iktidarı kaybedeceğini anlayınca içerisinde güçlü olduğu, Selanik’te bulunan 3. Ordu’yu harekete geçirir ve ayaklanmayı bastırması için görevlendirilen ‘Hareket Ordusu’ kurulur. Ayaklanmayı Selanik ve Edirne’den gelen “Hareket Ordusu” 27 Nisan 1909’da tamamen bastırır. Hareket Ordusu’na Mahmut Şevket Paşa, Resneli Niyazi Bey, İsmil Enver, Mustafa Kemal gibi isimler önderlik etmektedir. Hareket Ordusu gizlice Selanik’ten İstanbul’a gelerek Yıldız Sarayı’nı kuşatmıştır ve bir süre sonra da II. Abdülhamid tahttan indirilip Selanik’e sürülmüştür. Ardından İttihat ve Terakki’nin desteklediği V. Mehmet Reşat tahta getirilmiştir.
31 Mart Olayı’ı üstelik sadece İstanbul’da olmuş gibi anlatılıyor. Hâlbuki belgeler gösteriyor ki, bu hareket bütün Anadolu’ya yayılmak istenmiş ve planı önceden hazırlanmış, her yere “ajanlar” gönderilmiş. Böylece ‘Bakın her yerde isyan çıktı, halk meşrutiyetten memnun değil’ denilerek, 1908 öncesi düzene dönülmek istenmiştir. Nitekim 31 Mart’ta İstanbul’da yaşanan olaylarla eş zamanlı olarak Selanik, Erzincan, Erzurum, Mersin, Adana’da da ayaklanmalar olmuş. 31 Mart bu değişik illerde olayların içinde üst düzey komutanların yanı sıra alaylı subaylar da yer alırlar. Adana’da, 31 Mart’tan birkaç gün sonra Ermeni mahallesi yakılır ve bu illerde olan olaylarda 20 bine yakın sivil ölür. Bunu kimi devlet yanlısı tarihçilerde ‘Ermeniler ayaklandı’ diye yazıyor. Oysa Ermeniler 31 Mart Olayı sırasında saldırıya uğruyor. 31 Mart Olay’ı çok daha ciddi ve yukarı düzeyde önceden planlanmış olan bir senaryodur. 31 Mart için kısacası ‘1908 Burjuva devrimi’ne karşı bir ‘karşı devrim darbesi’dir diyebiliriz.
31 Mart Olayı’na askeri ve devletçi bir bakış açısıyla -tersten- bakınca askerin askerle çarpışmasına, resmi tarih kitaplarda neden yer verilmediğini anlamak zor olmasa gerek. Eğer askerin askerle çarpışmasını hikâyenize koyarak kitaplarınızı yazarsanız en basit tabirle kafaları karıştırırsınız. 1909’dan bu yana devlete hakim olan egemenler 31 Mart’ı hep dinci bir olaymış gibi gösteriyor. Kaba bir tarih okumasıyla; bir ayaklanma dini temelli olunca tabi “gerici” bir ayaklanma oluyor ve devlet de temiz kalmış oluyor. Olayın bürokrasiden -yani devlet kademelerinde yer alan kişilerden- tamamıyla ayrı ve devlet mekanizmasının dışında gelişmiş bir hareketmiş gibi göstermek için de “din” maskesi kullanılıyor.
31 Mart Olayı, Osmanlı İmparatorluğu’nu kanunlarıyla, hukukuyla, ekonomisiyle ve siyasi düzeniyle batılı ve “modern” bir devlet haline getirmeyi amaçlayan meşrutiyete karşı bir hareketti. Bu olayda -bir yanıyla- yeni düzene yani padişahın yetkilerinin kısıtlanmasına karşı çıkılmıştır. Meclisin üstünlüğünden ve liberal demokratik yöntemlerin uygulanmasından vazgeçilmek istenmiştir. 31 Mart Olayı, mutlakıyetçi düzene yani meşrutiyet öncesi döneme geri dönme arzusu sonucu ortaya çıkmıştır. Olayın her iki tarafı da o dönemde toplumsal bir destek bulabilmek ve kendilerine bir meşruluk sağlayabilmek gayesiyle din maskesini öne sürmüşlerdir. Bir iktidar mücadelesini bir taraf “din elden gidiyor” diyerek; diğer taraf ise “gericiler huzursuzluk çıkarıyor” diyerek gerçekleri gizlemek istemiştir.
Peki; ‘din maskesi’ tarihte başka hangi olaylarda kullanılmıştır?
Örneğin; 1925 yılında Şeyh Sait ayaklanmasına bir bakalım. Bu ayaklanmaya da 31 Mart Olayı’na benzer şekilde “gerici” bir ayaklanma deniyor. Gerçekten temelinde dini bir etki olsa da sadece dini bir ayaklanma değildir. Dönemin iktidarı olayı “gerici” bir ayaklanma olarak gösterip hem kendini temize çıkarıyor hem de ayaklanmayı bastırırken işlendiği suçlara meşru bir zemin hazırlıyor. Öte taraftan olayı bu şekilde anlatarak perde arkasında o dönemde iktidara karşı olan muhalefet -ayaklanmayı desteklediler denilerek- yok ediliyor.
Yine benzer şekilde 1927 yılındaki Menemen Olayı’nda da bilinçli bir çarpıtma yapılıyor. Menemen Olayı da bir yanıyla dini bir protesto olmasına rağmen; o yıllarda yaşanan kuraklığın tarımı olumsuz etkilemesiyle beraber mevcut ekonomik krizin derinleşmesi ve tek parti rejiminden duyulan hoşnutsuzluk olayın çıkmasında ve büyümesinde etkili olmuştur. O zamanın iktidarı yine bu olayı çarpıtarak olduğundan daha büyük şekilde gerçekleşen dini bir olaymış gibi göstermesindeki gerçek sebep yaptıkları karşısında kendi meşruiyetini sağlamaktır. Bunun özcesi “ben sizi dini tehlikeye ve gericiliğe karşı koruyorum, bana destek verin” demektir.
Yakın tarihimize gelecek olursak; 12 Eylül 1980 sonrasında başta ABD olmak üzere emperyalist devletler tarafından Türkiye’de din bilinçli olarak güçlendirildi. Dışarıdan güçlendirilen din, bugün hala siyasette temel bir argüman olarak kullanılmaktadır.
Daha yakın zaman önce 2013 yılında yaşanan Gezi Direnişi sırasında “geziciler, yanında çocuğu olan başörtülü kadına saldırdılar” ve “geziciler, camide içki içtiler” denmesi dinin hala bir iktidar tarafından kullanıldığını hepimize yakından gösterdi. Özellikle de muhalif toplumsal olayda eyleme katılan insanlara karşı bir silah gibi kullanılmak istendiğini çok açık bir şekilde gösteriyor. Hemen biraz geriye gidecek olursak; böylesi söylemler sonucu Çorum’da -halkın direnişinde dolayı kısmi olmak üzere ama- özellikle Maraş’ta ve Sivas’ta katliamlar yapılmıştır.
Din ne yazık ki tarihte olduğu gibi günümüzde de iktidar(lar)a her sıkıştığı anda can simidi olmaktadır. Unutmamak gerekir ki Gezi Direnişi sırasında yaşanan bu duruma karşı örgütlenen ‘sivil cuma’ deneyimi önemli bir pratikti.
Gerçekler devrimcidir
Sonuç olarak devletlerin ve iktidarların yaptığı çarpıtmalar tarihte hep vardır. Bu çarpıtmalar ile yazılan sahte tarih(ler) zamanla bir taraftan toplumun bir kesiminde ‘din’e karşı bir paranoya oluştururken bir taraftan da ters etki yaratarak ‘din’i putlaştırmaya varan bir sonuca yol açıyor. Bir kişiye ilkokuldan başlayıp liseden mezun olana kadar hatta üniversiteden mezun olana kadar irticacıların-gericilerin ayaklandığı bir tarih anlatıldığı için bugün sosyalistler dahil herkeste bir gün yeniden gerici ayaklanma olabilir endişesi nedeniyle din korkusu oluşur. Türkiye’de böyle irticai bir ayaklanma tehlikesinin çok güçlü olduğu söylemi, resmi tarih anlatımında her hak arama mücadelesi için söylenmiştir ve olayların gerçek sebepleri bir şekilde çarpıtılmıştır. Her dönemde iktidar(lar) bir devlet geleneği olarak baş(lar)ı ne zaman sıkışsa bu çarpıtmaları iyi şekilde kullandı ve işlediği suçları meşrulaştırdı. Ancak ne olursa olsun gerçekler asla bu şekilde gizlenemez. Gerçekler devrimcidir ve bu gerçekleri gün yüzüne çıkarmak ise devrimcilerin görevidir.